XVI. asrın ilk yarısında daha Hıristiyan bir Avrupa yaratma uğruna ilk tesirli ses reformcular safına geçen Erasmus’tan gelmişti. Birleştirici bir Hıristiyan hümanizması fikrine ilgi duyan Erasmus insan tabiatının imkânları hususunda yeni bir görüşe, İsa’nın yeniden keşfedilmesine olan ihtiyacı görmüş ve bu ihtiyacın ortaya çıkmasına yardım etmişti. Ancak Erasmus ibadet şekilleri ya da manastır hayatının tamamen terki gibi konularda düşünmemiş olan dini liderlerin reform düşüncelerine öncülük ederken iki düşüncesi vardı. Birincisi her türlü ahlaki yozlaşmanın yaşandığı ve endüljans gibi bir rezaletin yaşandığı kilise müessesesini toptan kaldırmak ve ikincisi de İsa’nın hayatında şekillenen Hıristiyan hayatını hem papazlarda hem de vatandaşlarda pratik olarak uygulamaktı. Yani İsa’nın felsefesi yaşama aktarılmalıydı. Protestan düşünce Martin Luther’in Wittenberg kilisesinin kapısına astığı ilkelerden daha önce fikri anlamda zaten başlamış olmasına rağmen gün yüzüne bu ilkeler ile çıkmış oldu. Böyle bir ayrılığın zuhur edebileceğini tahmin etmek Hıristiyan tarihini ve Kutsal Kitap’ın mahiyetini bilen kişilerin gözünden kaçmamıştır elbette.
Dini bir uyanış olan bu hareketin temelinde var olan bir itiraz vardı fakat bu itiraz dine değil dini kendi çıkarları uğrunda kullanan kilise kurumuna karşı olmuştu. Nedir bu itraz? İtiraz kilisenin para karşılığında Endüljans dağıtması, kilise aracılığı olmadan kurtuluşun gerçekleşmeyeceği inancı ve günah çıkarma meselesi ve tabiî ki dolaylı olarak Kul ile Tanrı arasına giren kilisenin bu işlevine bir itiraz vardı. Luther ise insan son derece düşük bir varlıktır ve Onu ancak Tanrı’nın inayeti yükseltebilir diye haykırıyordu yazdığı risalelerde ve her konuşmasında.
Aslında “Protestan” ismi tek bir Kilise için değil, XVI. asırdan beri Reform hareketleri ile ortaya çıkan birçok Kilise için genel bir terim olarak kullanılır. 31 Ekim 1517 senesinde Martin Luther, Wittemberg kilisesinin kapılarına 95 tezini asarak Reform hareketini başlatmıştır. Bunun öncesinde Roma Kilisesi Luther’i aforoz eder (1521). Bu sırada Luther şu soru ile meşguldür “insan amelleri ile mi kutulacak yoksa imanı ile mi kurtulacak?” ve Katolikler amele önem veriyordu. Bu hareketle Luther’ci “Protestan Kilisesi”, ya “Tashih edilmiş” veya “Düzeltilmiş olan Kilise” manasına gelen “Reform Kilisesi” adlı tamamen müstakil olan yeni bir Kilise olarak ortaya çıkacaktı. Sonra, asırlar boyunca Luthercilik birçok yeni Kilise türetecekti; bütün bu Kiliseler bugün bir nevi Konfederasyon halindedirler. Bu dönemde Luther’ci reform Almanya ve İskandinav ülkelerinde yayılır. Öte yandan Luther ilk defa 1522’de Yeni Ahit’i Almancaya çevirir (ve 1534’te de Eski Ahit’i çevirir). Bu çeviri ile ibadet dili de Almanca olmaya başlar ve bazı düşünürlere göre Avrupa’da milliyetçi düşüncelerin temeli bu ana dilde ibadet düşüncesi temelinde ortaya çıkmıştır şeklindedir. “Reform ümmet dini’nin çözülmesini ifade eder.” Diyen Ziya Gökalp bunu şöyle açıklıyor “Avrupa’da modern devlet ilk defa Protestan ülkelerde meydana çıkmıştır. Bunun ülkemizdeki yönüne ilerleyen paragraflarda değineceğiz.
Diğer yandan Protestan düşüncenin üç önemli isminden biri olan John Calvin, (diğeri Zwingli’dir) Reform hareketini benimseyerek onu yaymak maksadıyla, 1532 senesinde “Institutions Chrétiennes” yani “Hıristiyan Dini Öğretisi” adlı eserini telif edip Cenevre’de neşretmiştir. 1534’te Fransa’da reform düşüncesini Lutherden farklı bir formda yaymaya başlıyor. Luther ve Calvin bir noktaya kadar birbirine yakın görüştedirler fakat Zwingli iki kanada da karşı bir reform görüşüne sahiptir. Temel anlaşmazlık konusu komünyon ayini hakkındadır. 1541 senesinde, nihai bir şekilde Cenevre şehrinde yerleşen Calvin bu şehirde yeni bir Reform Kilisesi kurmuştur; bu Kilise de sonraki asırlarda birkaç ayrı Kilise vücuda getirmiştir. Bu nedenle Calvinci reform daha çok İsviçre, Hollanda, Fransa, Macaristan gibi ülkelerde yayılmıştır. Zwingli İsviçre’deki diğer reformcudur. Kilise ile cumhuriyetçi sivil iktidar arasında ittifak düşüncesini savunmaktadır. Yine İsa’nın varlığını sembol olarak görme eğilimi vardır.
Reformcu hareketlerin temel düşüncelerini şöyle sıralayabiliriz. Öncelikle Kutsal kitap tek ve yüce otoritedir. İnsan günahkâr dahi olsa kiliseye bağlı olmadan ve günah çıkarmadan amellerinin tesiri olmadan Tanrı’nın inayeti ile ilahi affa mazhar olabilir. Papa ve kosil yoktur. Bunlar Kutsal Kitabın otoritesine engel kabul edilir ve itaati zedelediği için reddedilmiştir.
Calvin’in de kader doktrinine St. Augustine’den daha katı ve insafsız bir şekilde önem vermesi, insanlığın büyük bir kısmını ne yaparlarsa yapsınlar ebedi lanete mahkûm ediyordu. Rahipler bu yeni ihsan ve şefaat ahlakını geçici dünya ya kadınlar yoluyla bilhassa birkaç azize tipinde kadın vasıtasıyla aktardılar. Maddi dünya ve manevi dünyayı birleştirmek üzere kadınlara verilen bu kadını şerefi hakkında yeni bir telakki ile de yan yana gitti. Kadınlar erkeklerin hâkimiyetinden kurtuldular.” Zahitliğin manastır dışına çıkarılıp ve onu kavrayabilecek her insanın hayatına sokmak suretiyle bu harekette asıl rolü kadınlara vermekle aşkın günlük hayatta hiç görülmemiş bir derecede girmesi mümkün olmuştur.
Aynı yıllarda İngiliz kralı VIII. Henry, eşi Catherine’den boşanmak için Papa’ya başvurmuştur; fakat Papa buna müsaade etmeyince, – çünkü Katolik Kilise’sinde boşanma yoktur, İngiliz kralı Papa’nın yetkisini reddederek kendisini İngiliz Kilise’sinin reisi olarak İlan etmiştir, 1554 senesinde; böylece “Anglikan Kilise’si” olarak adlandırılan yeni bir Kilise ortaya çıkmıştı. Bu Kilise’nin en büyük özelliği, Papa’nın yetkisini reddedip İngiltere’nin Hükümdarını Kilise’nin reisi olarak kabul etmesidir, itikatları ve ibadet şekilleri tamamen Katolik Kilise’sinin ibadetlerine benzer.
Protestan Kilise ve Mezhepleri en çok Orta ve Kuzey Avrupa ile Kuzey Amerika’da yayılmıştır. Geçen asırdan beri, Türkiye dâhil, Orta doğu’da da birkaç cemaat kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra birçok Hıristiyanlar memleketlerini terk edip Avrupa’nın ve Amerika’nın çeşitli ülkelerine göç etmişlerdir ve netice olarak bütün Hıristiyan Kilise’lerinin cemaatleri bugün çok dağınık bir şekilde yaşamaktadırlar.
Protestan düşüncenin tarihi temellerini bu şekilde kısaca özetledikten sonra bu fikir sistemin Hıristiyan toplumları üzerinde oluşturduğu ekonomik ve toplumsal etkilerine ve toplumu biçimlendirmedeki rolüne değinmek yerinde olacaktır.
Protestan düşünce insanlık tarihi boyunca, insanların maddi uğraşlara karşı, maddi dünyayı tamamen terk etme yoluyla manevi protesto ile cevap verme durumlarına bir örnek teşkil etse de kendini tamamen kapitalist dünya ya kurban vermiş ve onun esiri oyuncağı olmuştur. Mesela Protestan çalışma etiği İslami çalışma ahlakı da yaşamak için çalışmayı teşvik eder fakat Protestan etiğin aksine İslam, Allah’ın rızasını kazanmanın bir göstergesi olarak servet biriktirmede başarıyı ölçü almaz.
Toplumsal ve ekonomik ilerlemenin temelini teşkil eden akılcı nazariyenin Hıristiyanlık üzerindeki tesirleri sonucunda Aklın liderliğinde bir bireyselleşmiş din duygusu ortaya çıktı. Bu anlayışta insanın Ancak Tanrı’nın inayeti ile kurtulacağı fikrine dayanıyordu. Bu nedenle insan ahlaklı olmalı ve her zaman yardıma muhtaçlara ihsanda bulunarak Tanrı’nın rızasını kazanmalıydı. İhsan düşüncesi Protestan düşüncesinin temelini oluşturuyor diyebiliriz. Kapitalist düşüncenin temeli de işte bu ihsan düşüncesi etrafında şekillenmiştir. Hatta birçok ideoloji -Marksizm gibi- de bu öğretiden ilhamla ortaya çıkmıştır. Kapitalist ekonomi nasıl bir dini düşünceden esinlenerek oluşur? Evet, bunu Protestan düşüncenin ihsan anlayışı; etrafında oluşturulan cemaat görüşü açıklayacaktır. Max Weber bunu Amerika’da gördüğü örnekler ile şöyle birkaç örnek ile açıklıyor. Öncelikle bu örneklere yer vererek örnekler üzerinden konuyu İslam toplumları ile bağlantısını kurarak açıklayabiliriz.
Ohio Nehri üzerindeki büyük bir kentte muayenehane açmış olan ve ilk hastasının ziyaretini anlatan Alman asıllı bir burun-boğaz uzmanının ağzından dinleyelim. Doktor hastaya, bir burun reflektörüyle muayene edilmek üzere sedire uzanmasını söylemiştir. Hasta bir ara doğrulur ve gayet vakur bir şekilde ağır ağır, “Efendim, ben… Sokağındaki. Baptist Kilisesi’nin bir üyesiyim” der. Bu işin burundaki hastalık ve tedavisiyle ne ilgisi olduğunu çıkaramayan doktor» konuyu ihtiyatla bir Amerikalı mes1ektaşından soruşturur, Mes1ekdaş gülümseyerek hastasının kilise üyeliğine ilişkin sözlerinin sadece tedavi giderlerini ödeyeceğinden şüpheniz olmasın anlamına geldiğini söyler.
Ekim ayı başlarında güzel, bu1utsuz bir pazar günü öğleden sonrasında bir Vaftiz cemaatinin vaftiz törenine katıldım. Kuzey Karolina’da M.(içe merkezi)’nin birkaç mil dışında ormanlarda çiftçilikle uğraşan akrabalarla birlikteydim. Vaftiz uzakta görünen Blue Ridge Dağları’ndan dökülen bir derenin beslediği bir gölcükte yapılacaktı. Hava soğuktu ve bütün gece don olmuştu. Kalabalık çiftçi aileleri ufak tepelerin eteklerini dolduruştu; bazıları çok uzaklardan, bazıları civardan hafif iki tekerlekli arabalarıyla gelmişti.
Vaiz siyah elbisesiyle beli kadar gölcüğün içindeydi. Çeşitli hazırlıklardan sonra kadınlı erkekli on kişi de en iyi pazar giysileriyle birbiri arkasından suya girdiler Yüksek sesle inançlarını beyan ettiler ve —kadınlar vaizin kollarında- soğuk suya daldılar. Sudan çıktıklarında ıslak giysiler içinde titriyorlardı. Herkes onları kutladı. Hemen kalın battaniyelere sarıldılar ve evlerine doğru yola koyuldular Akrabalarından biri, “inanç”ın aksırmaya karşı sürekli korunma sağ1ağı yolunda bir söz etti. Alman geleneklerine uygun olarak kilise bağlılığı olmayan yanımdaki başka bir akrabam ötekini küçümseyerek süzdü ve omuzu üzerinden tükürdü. Sonra vaftiz edilenlerden birine dönerek, “Nasılsın Bill, su çok soğuk değil miydi?” dedi ve şu çok içten karşılığı aldı: Jeff aklımdan çok sıcak bir yeri (cehennemi) geçirdim ve onun için serin sulara aldırmadım.” Cemaate alınmak bir, centilmenin ahlaki meziyet1erini özellikle iş hayatında gerekli olanlarının, mutlak garantisi sayılıyordu. Vaftiz, o kişiye bütün bölgenin fırsatlarını ve hiç rekabetsiz sınırsız güven kapılarını açıyordu.
Bu örnekler bir anlamda buz dağının sadece görünen kısmını bir parçası sadedindedir diyebiliriz. Çünkü sanayi devriminden modernizm’e hatta post-modernizm dahi Protestan düşünceden bazı şeyler kapmıştır diyebiliriz. En büyük etkilenme sosyal hayattaki dinin görünürlüğü anlamında ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Bu konuya Fransız laikliği de bir taraftan katkıda bulunmuştur. Yukarıda verdiğimiz örneklerin aynısını olmasa da benzerlerini bizim toplumumuzda da görmek pekâlâ mümkündür. İşte bu noktaya nasıl geldiğimize bakmanın şimdi uygun olacağını düşünüyorum. Protestan fikirler Müslüman toplumlara nasıl geçti. Kestirmeden bunun modern toplumun tüketim kültürü ile geldiği cevabını verebiliriz. Batılı olan ile birlikte bu Protestan fikirler ile yaşamımız çepeçevre sarıldı dersek pekte abartılı konuşmuş olmayız herhalde. Fakat bunun farkında olmayan toplumumuzda ayrı bir tartışma konusudur. Çünkü bu toplumu hem kimlik köklerinden koparmakta ve bir boşlukta bırakmaktadır. Bunun sonucunda da insanlar psikolojik olarak düştükleri bu ruhsal anlam boşluğundan kurtulmanın yollarını yine modernitenin ürettiği mekânlarda ve çarelerde aramaktadırlar. Bütün bu süreç Müslüman toplumları Batılı insanı sürüklediğinden daha derin bir kaosa sürüklemektedir ve bölünmüş kimlikler oluşmaktadır.bunun bir nevi sarhoşluk olarak nitelendirebiliriz.. Nilüfer Göle’nin tabiriyle modernite bize süzgeçsiz geçmiştir.
Öncelikle bu fikirlerden önce Müslüman toplumlara gelen şey teknikti. Buda askeri amaçla geldi. Kimi zaman işgal için kimi zaman özgürlük getirdiklerini söyleyen sömürgeci Batılı bu bulaşıcı hastalığı doğulu toplumlara bulaştırdı ve tabiî ki arkası geldi. Burada biz daha çok teorik ve dini boyut üzerinden Luther ve Calvinci görüşlerin İslam toplumları üzerindeki etkisine özelde modern Türkiye’nin doğuşunda ki birtakım şekillendirici yönlerine değinerek konuyu noktalamak istiyoruz.
İslam içerisinde var olan bu tartışmalar aslında Protestan inanış temellerinin kitle iletişim araçları ile önce kültürümüze taşınması daha sonrada hayat anlayışımıza da yansıması nedeniyle bunu fark ettiğimiz anda birden başımızdan soğuk sular dökülmüş gibi irkiliyoruz. 17. asırdaki büyük Hıristiyan misyonerler ve düşünürler İsa kitabını bütün insanlara barışçı yollarla yayma fikri yeni ortaya atılmıştı ve bunun ilk aşaması beklide Luther’in Almanca Kutsal Kitap tercümesi olmuştur. Burada Müslümanların karşılaşmak zorunda olmadıkları ve Hıristiyanların her devirde baş başa kaldığı birkaç problem vardır. Birincisi sahih nakil problemi ki bu aslında bir noktada Luther’i de düşünmeye sevk eden bir mesele idi. İkinci husus Hıristiyan geleneğin usul ilimlerinden yoksun olmasıdır. Ki bu nedenden dolayı Kutsal Kitap yorumlarında çok farklı fikirler ileri sürülmekte ve güvenilirlik olmadığı için Luther ve Calvin ile başlayan Kilise dışı otoriteryen anlayış gittikçe yayılır ve sayısız mezhep-kilise ortaya çıkmıştır. Burada asında İslam dünyasına özellikle Ülkemizde Cumhuriyet dönemi modernleşme çabalarındaki Protestan temelden hareket etme düşüncelerine geçebiliriz.
Öncelikle Protestan düşünceyi geliştiren temel fikirlerin İslam düşüncesinden alındığı şeklindeki ifade pek çok açıdan doğrudur. O halde neden bizim dinimizde var olan birtakım ilkeleri tekrar Batı anlayıştan edinme yolunu seçelim. Buna pek çok örnek verebiliriz. İslam düşüncesindeki bazı müesseselere Batılı karşılıklar uydurulmuştur. Örneğin Ulema-Ruhbanlık, Arapça-Latince, Papalık-Hilafet vs. gibi çoğaltabiliriz. Fakat asıl anlaşılması gereken burada İslam düşüncesinin temel kaynağı olan Kur’an’ı çeviri yapılınca daha iyi anlaşılacak ve tefsir hadis gibi ilimlere ihtiyaç kalmayacak şeklindeki anlayışla İslami usul ilimlerinin yok etmek ve Kur’an’ı tarihsel bağlamından koparma düşüncesi tamamen bir Protestan anlayışın ürünüdür. Günümüz Türkiye’sinde bunun çok açık örneklerini görmek mümkündür. Cumhuriyet tarihinden birkaç örnek verdiğimizde konu daha net olarak anlaşılacaktır.
Cumhuriyet aydınlarının ‘Protestanlık’ ‘Kapitalizm’ ‘İktisat’ ve ‘Ahlak’ kelimelerini yan yana düşünmeye başlamaları ve Karl Marks’ın “altyapının üst-yapı’yı belirlediği” tezinin zayıflayıp, genel temayülün, istikametini Max Weber’e doğru yöneltmiştir. Böylece iktisadi değişimlerin ardında dinin ve dini kurum ve inançların da bulunabileceği görüşünün ağırlık kazanması neticesinde, birilerinin “Protestanlık ve Kapitalizm” ya da “Protestanlık ve İlerleme” kavramlarının İslam Dünyasındaki mukabillerini aramaya kalkışmasından daha tabii ne olabilirdi.
İşte tüm bu sürecin bugün geldiği son noktayı D. Cündioğlu “İslam’ın Luther’ini Beklemek” adlı makalesinde şu şekilde koyuyor. “Antik hurafelerden kaçmak ve kaçınmak isteyenler, bu sefer modern hurafelerin eline esir düşmüşlerdir.” Protestan düşüncenin dünya toplumları üzerindeki olumsuz sonuçlar her zaman modernlik ile birlikte var olagelmiştir. Yani eğer modern bir şey varsa bir yerde bunu Protestan düşüncenin temelleriyle alakalandırmak pekte zor olamamaktadır. Bu zorlama bir yorum olarak ya da basit bir diyalektik düşünce olarak düşünülmemelidir.
Kaynaklar
Max Weber: Sosyoloji Yazıları
John Nef: Sanayileşmenin Kültür Temelleri
İlyas Ba Yunus: İslam Sosyolojisine Bir Giriş Denemesi
Dücane Cündioğlu: Anlamın Tarihi
Nilüfer Göle: İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri
G.T. Bettany: Dünya Dinleri Ansiklopedisi
Mahmut Aydın: Dinler Sözlüğü