Wilhelm Friedrich Hegel ve Immanuel Kant Düşüncesinde Tarih ve Din

Öncelikle tarih ve dinin neliği hakkında bir iki cümle söylemek bizim için faydalı olacaktır. Nedir Tarih? Ya da aslında Kim için Tarih? Diye mi sormalıyız. Ticaret mi yoksa zanaat mı yâda bir bilim mi veya sanat mı, yoksa geçmişin bilgisi mi? Bütün bu sorular yüzyıllar boyunca insanların zihninde yer bulmuştur.
Tarih bir bakıma geçmişin bilgisidir ya da incelemesidir. Tarihçi olmak şeylerin nasıl o hale geldiklerini bilmektir. Tarihi sırf bir bilgi türü olarak değil aynı zamanda bilginin bir formu olarak ta düşünebiliriz. Yani bütün geçmiş zamanlara ait olan bilginin bir zarfı diyebiliriz. Burada tarihçi iki şey ile karşı karşıyadır. Veri ve yorumlama ilkeleri. Tarihçi her zaman verileri toplayıp yorumlara ulaşmaz kafasında oluşturduğu düşünce üzerine araştırma yapar ve veri toplar. İşte bu şekilde yorum ilkeleri ile oluşan sonuç bir anlamda Tarih Felsefesi yapmaktır. Diğer yanda Tarih olgu dünyasında var oldukları biçimde tam gerçeklikleri içerisinde kavramayı ve açıklamayı amaçlar. Bu aslında Tarihçiyi en çok sınırlayan ve bir bakıma tarihi sanat ve felsefeden ayıran temel özelliktir. Yani bir sanatçının bir manzarada gördüklerini bir başkası farklı yorumlayabilir bu zenginlik kabul edilir. Yine bu felsefede de böyledir felsefede aşırı soyut ve bilinmez olabilir bu nedenle filozoflar fikirlerini istedikleri biçimde sunabilirler. Ancak Tarih felsefesi işte temel bir gerçeklikten hareket ettiği için eğer iki farkı görüş varsa birsinin mutlak yanlış olması gerekir. Buda tarihçiyi hem bir noktaya kadar gerçeklerden hareket etme zorunluluğuna itmiştir hem de onu doğruyu söylemeye iter. Bu şekilde hakikate yaklaşır.
Daha farklı bir bakış açısı ile baktığımızda aslında geçmiş ile tarih birbirinden farklı şeylerdir. Tarih geçmişe dairdir. Tarih metin ile anlamlandırılmış bir “okuma”dır. Buna pek çok örnek verebiliriz. Örneğin tarihte bilinmeyen ya da hiç yer verilmeyen olayları bilseydik ve bildiklerimizi bilmeseydik daha farklı bir dünya olmuş olacaktı beklide. İşte bu sanırım tarih tasarımı ya da tarih yapmak, yazmaktır.

Bu noktada bazı tarihi epistemolojik kırılmalar vardır.
• “içerik” sınırsız olduğu için bütünlüğü yakalamak çok zordur.
• Hiçbir anlatım mükemmel ya da kesin doğru değildir. Bu yüzden gerçeğe göre değil diğer yazarlara göre sınanabilir.
• Objektif olmak çok zordur. Çünkü bu kişisel bir çabadır. Bu yüzden tarihçinin bakış açısını yansıtır.
• Tarihi inceleme bir Hakikat arayışıdır denebilir.
• Yöntemsel farklılıklar genellikle ortadan kaldırılamamıştır.
• Birtakım temel kavramlar üzerinde ittifak vardır. Değişim, süreklilik, zaman, mekân vs. gibi.
Hegel ve Kant’ın tarih ve din hakkındaki görüşlerine başlamadan tarih, din ve tarih felsefesi hakkında birkaç önemli noktayı vurgulamak gerekmektedir. Tarih felsefesi bağlamında tarih ve din üzerinde çalışmaları bulunan yazarlar oldukça sınırlıdır. Özellikle tarih tasarımı konusunda önemli addedilebilecek yazarlar arasında Collingwood, Dilthey, Croce ve belki biraz daha farklı bir tarzı olan Toynbee’yi tanımış olmak konunun genel çerçevesini kavramamız için yeterli olacaktır.
Collingwood bütüncül bir anlayış ile tarihi olaylara yaklaşarak değerlendirme yapma yolundan gitmiştir. Ona göre tarihi göz ardı etmek geçmişte tartışılmış olan felsefe sorunlarını gereği gibi kavrayamamak demektir. Bu nedenle tarihsel olayları genel bir dizi yasayla açıklamaya çalışan olgucu yaklaşıma karşı çıkarak tüm yaşamın insanın tarihsel eylemleri anlaması ve açıklaması anlamına gelmektedir. Yine Collingwood anlama yöntemi ve tarihle olan ilişki hakkında düşünmüş ve tarihsel yasalar, dünya görüşlerini ya da geleceğe yönelik kurgulamalar yerine tarihsel bilmenin nasıl olanaklı olduğuna ilişkin bir epistemoloji sunar. Bir bakıma nasıl tarihçi bir parçası olduğu sürecin içinde nasıl katılımcı ve izleyici olduğunu göstermesi önemlidir.
Bugüne kadar dinin birçok tanımı yapılmıştır. Bu tanımlar genel olarak üç başlık altında toplanabilir: 1. Din, doğaüstü ve esrarlı güçlerin varlığına inanmaktır. 2. Din, Tanrı’nın varlığına inanmaktır. 3.Din zorunlu inançlar sistemidir. Durkheim’a göre Din, “ bütün kısımları birbirine bağlı inanç ve törenlerden (iman ve ibadet) oluşmuş, kutsal şeylere ilişkin ve mensuplarını aynı bir toplumda birleştiren bir bütündür. P. Berger’e göre Din, kutsal olana inanmaktır. O’na göre kutsal bir örtüdür. Durkheim’a göre kutsal olan yer, kişi veya olay doğuştan sahip olunan bir özellik değildir. O’na kutsallığı insanlar verir. Bir grup için kutsal olan bir başka grup için kutsal dışı olabilir. Örneğin Türkiye’de inek etinden ve sütünden faydalanılan bir hayvandır. Fakat Hindu dininde aynı inekler kutsal varlıklar olarak görülür. Kamu görevlililerinden ineklerin yaşlı ve hastalarının rahat etmeleri için gerekli özeni göstermeleri istenir. Antropolog William Haviland’a göre din, insanların üstesinden gelmekte zorlandığı problemleri çözebilmek maksadıyla bağlandığı inanç ve davranışlar bütününe denir. İnsanlar kendilerini sınırlandıran limitlerden kurtulmak için doğaüstü varlıkları ve güçleri çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışırlar. Auguste Comte (1798-1857)’a göre insanlık bir biri ardınca üç halden geçmiştir: 1. Teolojik hal; bunda insan olayların açıklamasını kendisininkine benzeyen, ama daha güçlü iradelerle yapar, 2. Metafizik hal; bunda insan olayları soyutlamalar (tecrit, abstraction) ve doğa gücüyle açıklar, 3. Pozitif hal: bunda insan olayları, başka olaylarla açıklar. Teolojik halin kendisinde gelişme olmuştur: İnsan fetişizmle işe başlamış, buna iyi ya da kötü ruhları sokmuştur; sonra çok tanrıcılığa geçmiş, bunda daha az sayıda fakat daha güçlü ruhları sokmuştur; sonra da bu tanrıları bir tek Tanrı halinde birleştirmiştir.
Immanuel Kant (1724-1804) Düşüncesinde Tarih ve Din
Immanuel Kant, 1724–1804 arasında yaşamış olan ünlü Alman filozofu. Kant, eleştirel felsefenin babası olarak kabul edilir. Eğitimi sırasında Leibniz ve Woolf’dan etkilendi. 1755 yılında “Evrensel Doğal Tarih ve Cennetlerin Teorisi” adlı eserini yazdı. 1770’den sonra Hume ve Rousseau etkisiyle eleştirel felsefesini geliştirdi. Öte yandan, Kant, Descartes’ın akılcılığının da birtakım olumlu yönler içerdiğini saptamış ve zihnimizin, matematikle uğraştığı zamanki işleyiş tarzı karşısında adeta büyülenmiştir. Kant, bundan başka asıl, 17. ve 18. yüzyıllarda bilimden, özellikle de fizikten etkilenmiştir. Kant’a göre bilim, öncülleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume’unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman, sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bilim yansızdır ve nesneldir. Bilimin, özellikle de Newton tarafından geliştirilen modern fiziğin çok başarılı sonuçlar doğurmuş olan yöntemi, Kant’a göre, rasyonalizmi de ampirizmi de aşarak gelişmiştir.
Kendisine en sağlam bilgi modeli olarak düşünülen matematiği örnek alan rasyonalizm, şeylerin bizatihi kendilerine yönelmeden, şeylerin kendileriyle bir temas kurmadan, yalnızca düşünceleri birbirlerine bağlamakla yetinip, şeylerin kendileriyle ilgili olarak a priori sonuçlara ulaşır. Oysa fizik, matematiği de kullanarak şeylerin bizatihi kendilerine yönelmekte, şeylerin kendileriyle, rasyonalizm tarafından kurulamayan teması, başarılı bir biçimde kurmaktadır.
Kant kendisine düşen işin, rasyonalizm tarafından da, ampirizm tarafından da açıklanıp temellendirilemeyen bilimi, özellikle de fizik bilimini temellendirmek, bilimsel bir biçimde düşündüğü zaman, insan zihninin nasıl işlediğini bulmak olduğunu düşünmüştür. Kant, felsefedeki ilk ve temel misyonunun din ile yüzyıllardır birbirlerine karşı amansız bir mücadele içinde olan bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlakın ve dinin rasyonelliğini savunmak olduğuna inanmıştır.
Bilimin dinin müdahaleleri karşısında özerkliğini kazanması hiç kuşku yok ki iyi bir şeydir, fakat bu, bilimsel olmayan tüm inançların, din ve ahlakın temelsizleşmesi ve anlamsızlaşması anlamına geliyorsa, bilimin zaferi, insanlık açısından, dinin bakış açısından gerçek bir felakettir. Kant, öyleyse, yalnızca din, bilim ve ahlakı temellendirmek durumunda kalmamış, fakat rasyonel bir varlık olmanın ne anlama geldiğini gösterme durumunda kalmıştır. O, işte bu amacı gerçekleştirebilmek için, hem Descartes’ın rasyonalizminden ve hem de Hume’un ampirizminden önemli gördüğü öğeleri alarak, transandantal epistemolojik idealizm diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi temellerini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödev düşüncesine dayanarak Hıristiyan ahlakını savunma çabası vermiştir.
Biz algılamadığımız şeyleri elbette ki bilemeyiz. Bizim bildiğimiz şeyler numenler, şeylerin kendileri değil de, fenomenlerdir, şeylerin görünüşleridir. Bizim bildiğimiz nesneler duyular aracılığıyla algılanan nesnelerdir. Buna ek olarak, duyusal dünyanın bizim zihnimiz tarafından yaratılmadığını biliyoruz. Zihin, bu dünyayı yaratmak yerine, şeylerin kendilerinden türetilmiş olan ideleri ona yüklemektedir. Bu, bizden bağımsız olarak var olan, ancak bizim kendisini yalnızca bize göründüğü ve bizim tarafımızdan düzenlendiği şekliyle bilebildiğimiz bir dış gerçekliğin var olduğu anlamına gelir. Böyle bir gerçeklik bizim bilgimizi arttırmaz, fakat bize bilgimizin sınırlarını gösterir.
Bununla birlikte, Kant görünüş-gerçeklik ya da fenomen-numen ayırımını insan varlığına uygulayarak, ahlak imkanını kurtarır. Zira, ona göre, insanın bir fenomen, bir de numen tarafı vardır. Yani, insanın biri duyusal, diğeri akılla anlaşılabilir olan iki farklı boyutu vardır. Duyusal yönüyle ele alındığında, insan doğadaki mekanizmanın bir parçasıdır. Başka bir deyişle, insan fiziki eğilimleriyle, içgüdüleriyle fenomenler dünyasının bir öğesidir.
Kant’a göre, kategorik buyruğun, yani insandan insan olduğu için belli şeyleri yapması isteyen ahlak yasasının, iyi iradenin tanınması, insanın yüceliğini, gerçek kişiliğini ve insan varlıklarını kişiler olarak birbirlerine bağlayan halkayı oluşturur. Pratik ve ahlaki temeller üzerinde gelişen bir metafizik öne süren kant’ın felsefesinde, bu ikinci alan, teorik aklın zorunlulukla belirlenen duyusal dünyasından sonra, pratik aklın özgürlükle belirlenen akılla anlaşılabilir dünyası olarak ortaya çıkar. Akılla anlaşılabilir özgürlük dünyasının fiziki ve doğal dünyayla olan ilişkisinin ne olduğu sorusu ise, Kant’ı her iki dünyayı da uyumlu kılan bir tanrısal düzen postülasıyla, ölümsüzlük postülasına götürür ki, bu postülalar da ifadesini Tanrı düşüncesinde bulmaktadır.
19. yüzyıl tarih yazımının yaşadığı büyük gelişimden önce Kant, din ve inançlar arasında asli bir ayrım yapmıştı. “Sadece tek (hakiki) din, buna mukabil çeşitli türde inançlar” vardır. Gerçek din bütün ilkelerimizin yüce zemini olarak ahlaki yasanın saflığının inşasına; mükemmel bir insan formuna dair bilincimizde ahlaken mükemmelleşmiş ve temsil edilmiş bir insanlık fikrine ve bütün insani yükümlülüklerin “evrensel yasa koyucu (kimliğiyle yüceltilen) Tanrı’dan gelen, tanrısal emirler olarak kabul edilmesi”ne dayanır. Tanrı’nın yasaları olarak kavramları bu yükümlülüklere akılla ulaşılabilir ve bu nedenle, bütün insanlar tarafından bilinebilirler; fakat daha önemsiz başka yasalar olabilir ki bunlar akılla değil ancak vahiyle bilinebilir.
Kant’a göre tarihsel sürecin itici gücü akıldır. Yani olup biten her şey Hegel’e göre İnsan’ın iradesi’ne ve istemesine bağlıdır. Çünkü tarihsel süreç insanın eylemlerinden oluşmaktadır. İnsan da bu eylemleri düşünerek bir forma taşır.
Kant’a göre tek gerçek din ile kendisi aracılığıyla insanların Onu anlatmaya çalıştıkları farklı inanç sistemleri arasındaki ayrıma işaret eder. Akıl ya da ahlaki vicdan yoluyla bütün insanların doğrudan ulaşabileceği tek bir Tanrı vardır, fakat onun vahyine karşılık vermeye çalışırken insanların tutabileceği pek çok yol mevcuttur. farklı fikirler, farklı semboller, çeşitli ritüel türleri; ki bunlardan bazıları uzunca bir zamandan beri pek çok insan tarafından paylaşılır, bunlar devam eden bir gelenekte birikip toplanmıştır ve büyük dinler olarak tanımladığımız işte bunlardır. Fakat sonuçta hepsi tek bir hakikati anlatmaya yönelik, mükemmel olmayan girişimlerdir ve bundan şu iki sonuçtan birisi çıkarılabilir: Ya hepsi kabaca birbirine denktir ya da her biri diğerinde daha az belirgin olan değerleri içermektedir. İlkinden hoşgörünün, ikincisindense kaçınılmaz diyalogun öğrenilmelidir. Kant’a göre Historik bilgi akıl bilgisi değildir. Bizim historik inanmalarımız olabilir fakat bu bizi bir “ilke bilgisine götürmez Tarihsel bilgi etik açıdan belli etik ilkelerden hareket eden tarihçilerin kendi kanılarıyla süsleyip bize sundukları bir bilgi türü olagelmiştir. Eğer tarihte geçmişe, günümüze ve geleceğe dair bilgi var ise bu insan aklına ” yabancı” bir şeydir. Kısaca “akılsal” olan ile “tarihsel” olan birbirine karşıttırlar.
Kant tarihe humanite açısından bakar aynı zamanda o bir ilerleme şeklinde görülebilir. Burada ilerleme teorik değil pratik açıdan ele alınmalıdır. Böyle olunca ilerleme Kant’a göre insanlığın gelişimine bütüncül bir yaklaşım sağlayan yararlı bir ide olur ve ahlaki bir yön de kazanır. Bu durumda ilerleme bir ereklilik (amaçlılık) ile sonuçlanır.
Kant’a göre tarihe ilerleme idesi altında bakmak için insani yaşamda bir ereklilik fikri insana doğanın armağanı olan akıl (gizli nedenli) ile insanın ürettiği ahlak yasası insan özgürlüğünün bir göstergesidir. Tarih Kant’a göre insan özgürlüğünün gelişmesi açısından görüldüğünde bir anlam kazanır. Tarih nedenleri ne kadar tarihte gönüllü olsa da bu olguların anlatılışıyla ilgilidir.
1. Teorik akıl: Theoria-Historia karşıtlığı
2. Pratik akıl: Ereklilik-özgürlük (Tarih Felsefesinin olabilirliği burada gizlidir.)
3. Yabancı akıl: Tanrısal Akıl
Hegel -Tarih ve Din
Alman filozof Hegel (1770–1831) özellikle eski Yunanlıların kültürüne ve Kant’ın yeni felsefesine ilgi duyar; bu konularda bulabildiği her şeyi okur. Hegel felsefede olduğu kadar diğer eğitim konularında da kendini kitaplardan geliştirmişti. Kant’ın etkisi altında, içlerinde, Hıristiyanlığın nasıl otoriter bir dine dönüştüğü sorusuna yanıt aradığı, din üzerine makaleler yazar. Hegel’in sistemi mutlak olan her şeyi içerir; bu yüzden de her noktada bir hata olasılığı vardır. Bütün sistem, Hegel’in özgün yöntemi üstüne kurulu meşhur diyalektik yöntemidir. Hegel’i anlamak için Platon’u, Yeni Plâtonculuğu, Kuşkucuları mutlaka çok iyi bilmek gerektiğidir. Hegel diyalektiğini, Kuşkuculardan Sextus Empiricus’u bilmeden anlamak mümkün değildir. Hegel felsefeyi Hıristiyanlaştırmıştır. Din felsefesinde, tarih felsefesinde, estetik felsefesinde (bu Hegel’de sanat felsefesi anlamına gelmektedir) Hegel’in Kant’a göre çok daha zengin olduğu tartışmasızdır. Ancak Hegel’in ortaya koyduğu hiçbir felsefi bilgi, Kant’ta olmayan ya da Kant’ın göremediği bir şey olmamıştır.
Hegelyan Tarih ilerlemeci bir tarih anlayışıdır. Hegel Tarih Felsefesini yeni bir dal olarak önerir. Bu sadece tarih üzerine felsefi bir düşünmeden öte ortaya çıkan tarihin kendisidir.
Diğer yandan Hegel varolan şeylerin çeşitliliği ve çokluğuna ilişkin, gerçek ve olgular arasındaki Kantçı ayrımla yeni bilimden çıkarsanmış çarpıcı bir kavrayışı birleştirerek, “somut ve tarihsel bakımdan şarta bağlı bir formda, idealist metafiziğin genel geçer doğrularına dair az çok bir temsil olarak bir dini dogma görüşü” ileri sürdü.
Felsefi tarih sadece olgu olarak saptanmakla kalmayıp olguların niye oldukları gibi nedenleri kavranarak anlaşılan tarih haline gelir. Aslında işte bu ikinci noktada tam batılı akli fesad ile karşı karşıyayız kanaatimce. Var olan ve herkesçe bilinen olgulara (tarihsel) yeni önermeler veya uydurma nedenler kurgulayarak oluşturulan sanal sonuç bu Hegelci felsefenin temeli ve sonucu olarak bütün dünyaya yutturulmaktadır. İşte bu felsefi tarih insanlığın evrensel tarihi olacak ve ilkel çağlardan günümüze doğru bir ilerlemeyi sergileyecektir. Çünkü batılı kâinat tasavvurunun Aklın emrindeki yürüyüşü bütün yaratılışa aykırı bir şekilde ilerlemeci ve doğrusaldır. Bu da tabii olarak çözüm üretmez.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Kant’ın düşüncesinden faydalanan Hegel bütün sitemini bunu üzerine kurmuştur. Yani Kant ve o dönem düşünürlerinin görüşlerini büyük bir ustalıkla bir bütün olarak bağımsızca ele almayı hak eden tutarlı ve birikimli bir kuram içerisinde birleştirmiştir.
Hegel’e göre Tarih ruhun taşmasıdır. Bilgi ve eylem birlikte ortaya çıkarlar. Tarihle kendimizi tanırız. Collingwood, Hegel’in anlayışına yaklaşarak tarih ve felsefe arasında diyalektik bir bağ olduğundan bahseder. Bunların her ikisi de bilgi biçimleridir. Düşünmek hem felsefidir hem tarihseldir. Kant’a karşı Hegel doğadan tarihe doğru bir yaklaşımı reddeder. Doğanın tarihi olmadığını ve doğanın bu döngüsel sürecinin hiçbir şey oluşturmadığını iddia eder.
Hegel evrim teorisine karşı çıkarak organizmalardan önce olsa da zamansal olarak bu mümkün değildir der. Tarih ise tam tersine hiçbir zaman kendini yenilemez. Onun hareketleri dairesel değil sarmallar gibidir. İnsanın tarihi dışında hiçbir tarihin olmadığını söyler. Böylece her tarih bir düşünce tarihidir. Hegel’e göre insanlık tarihinin kendini tutkuların bir göstergesi olarak sergilemesi yoluyla kabul edilen olgunun (herhangi bir olay) akıl ile denetlenmediğini kanıtlayamayacağını ileri sürer. Tarih bir bakıma tutkuların gösterisidir. Çünkü akıl tutkunun kendisini amaçlarını gerçekleştirmek için kullanır. (akıl hilesi anlayışı)
Hegel’e göre tarihte planların uygulanmasının nedenine Kant’ın öngördüğü bir doğal akıl ne de aşkın bir tanrısal akıldır. Akıl ile tutku arasındaki ilişki ise tanrı ya da akıllı doğa ile insan arasındaki ilişki değil, insan aklı ile insan tutkusu arasındaki ilişkidir. Akıl dışı öğeleri bizzat aklın kendi özünde diye tasarlar. Buna insan merkezli anlayışın temeli olarak görebiliriz.
Hegel’in düşüncesi “dini” bir yoruma açıktı ve aynı zamanda içkinci veya hümanist bir yoruma da açıktı. Ona göre akıl, tarihi sürecin hem maddesi hem de etkin biçimsel ilkesiydi. Tarih, aklın ilerlemeci bir tarzda kendi kendini gerçekleştirmesi, kendini kavramasıdır, onu potansiyel halden güncel hale getiren akıldı ve bu düşünce özgürlüktü: Akıl, özgürken ve bu durumunun bilincinde iken ve genel iradelerin uyum içinde olduğu özgür bir toplumda ve devlette somutlaştığında tam olarak kendisidir. Bu oluşum içinde dört temel süreç vardır: Hukukun dışsal zorlayıcı bir güç olarak var olduğu Doğu dünyası Tinin kendisinin farkında olduğu Grek dünyası, Tinin özgürlüğünü kavradığı fakat bunu ancak bireysel inanç alanında gerçekleştirebildiği, buna karşılık- toplum ve devletin zorbalığın alanında kaldığı. Roma dünyası ve özgürlüğün devlette somutlaştığı Cermen dünyası. İslam’ın rolü, bu dördüncü dünyanın ortaya çıkmasına yardım etmekti. Roma dünyasını istila eden barbar halklar, Romalıların olmadığı kadar özgürdü fakat bunlar sadece belli hedefleri takip etmekte özgürdüler. Bağımsız iradeleri düzenlemek için ortak bir hedefleri, tek bir ilkeleri ya da yasaları yoktu ve bu nedenle kamusal hayatları “şans ve engellerin” alanı olmuştu. İslam bu parçalı durumu düzelten antitez olarak gelmişti. 0, esas itibariyle Tek olana, çekimin ve sadakatin mutlak objesine kulluk etmekti. Fakat bu sadakat aşırılığı da aynı zamanda kendi kusurunu bünyesinde barındırıyordu. Çünkü İslam’da bütün insanlar Tek’le karşılaştırıldığında bir hiçti, seküler varlığın yegâne amacı, Tek olana kul olmaktı. Bu nedenle İslam, Yahudilikte Bir ile en azından bazı insanlar arasında var olan ve Hıristiyanlıkta insan ruhunu Bir’den insan dünyasına, kendisine bir kendilik bilincinin dönüşüyle geri gönderen, özel ilişkiden yoksundu. Aksine İslam’ın, insan dünyasıyla, Tek’e saf tapınmanın sunumu dışında, hiçbir ilişkisi yoktu ve ortak inanç ve kulluğun dışında insanlar arasında hiçbir salt doğal zinciri tanımıyordu. Tapınma, hedefi soyut Tek’lik olduğundan, taşkınlığa ve bağnazlığa eğilimliydi ve coşku, her ne kadar muhteşem ve kahramanca olsa da soyut olduğundan, aynı zamanda yok ediciydi. Coşku söndüğünde dünyevi çıkarlar, güç ve ihtişam tutkusu yavaş yavaş alevlenmeye başladı, fakat Müslümanlar son noktada Bir’e inandıklarından hiçbir zaman bu dünyevi şeylere gerçek bir bağlılık gösteremezlerdi ve er ya da geç bu coşku yeniden canlanacaktı. İslam medeniyetini kısa ömürlü yapan şey, bu ruhi değişimidir. İslam medeniyeti çok çabuk çiçeklenmiş fakat kısa sürede çözülmüştür, “çünkü Evrensellik tarafından sunulan hiçbir şey temelde sağlam ve kalıcı olamaz.” Daha sonra gerçekten de Osmanlılar döneminde belli oranda bir yeniden inşa gerçekleşmiştir fakat çok geç kalınmıştır: Ruh, İslam’dan, tarihi misyonu antitezi bir sentezde bütünlemek olan modern Avrupa’ya ilerlemiştir ve İslam dünyasına duyumsal hazdan ve Doğu’ya özgü rahat ve sükûndan başka bir şey kalmamıştır.
Özgürlük bilinci içerisinde ilerleme düşüncesinin yerleşmesini hedefler. Bu ilerleme kendini bulma ile sonuçlanır. Hegel’in bu görüşü aslında Batılı bireyselcilik anlayışının teorik temellerinden birisi olarak kabul edilebilir. Çünkü bu ilerlemeci akli anlayış insanı ideal olana yerleştirmiş ve mükemmelliği insanın acizliğinde aramak gibi bir çıkmaza düşmüştür. Bu aslında Batılı dünya görüşünün içinde bulunduğu anlam krizini de bir nebze olsun açıklayabilir.
Hegel’e göre “özgür” olmak “ahlaklı yurttaş” olmak ile özdeş olabilir. Akıllaşmış doğa ya da özgürleşmiş doğa bu düşünce de aslında varlığın sınırlarını insanın sınırları ile aynı görülmesinin sonucudur. Sonuçta Hegel Kant’tan yola çıktığı bu düşüncelere sistemini “tarihe tanrısal akıl egemendir” fikri ile bitirir. Hegel geleneksel devletlerin kendi etkinliklerinin hedef ve anlamının ne olduğunu bilmiyorlardı. Ayrıca Hegel olan tarih ve yazılan tarih ayrımı yapar bundan yola çıkarak ta şöyle bir şekil oluşturur.
1. Düz Tarih
2. Edebi Tarih
• İlkesel tarih yazıcılığı
• Refleksiyonlu tarih yazıcılığı
1. Genel
2. Pragmatik
3. Eleştirel
• Felsefi tarih yazıcılığı

Kaynaklar
Tarih Felsefesi – Collingwood
Tarih Tasarımı- Colligwood
Tarih Felsefesi- Doğan Özlem
Avrupa ve Ortadoğu- Albert Hourani